Monthly Archives Mart 2017

Bugün akademisyenler patentleri vasıtasıyla çok hızlı bir şekilde, isimlerinin daha yetkin olmalarını sağlarken aynı zamanda üniversite sanayi işbirliği konusunda da yakınlaşmaya destek veriyorlar.

Öncelikle biraz kendinizi tanıtmanızı rica edebilir miyim?

Boğaziçi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler sonrasında iş dünyasına girdim. Dokuz sene İstanbul ve New York’da üst düzey yöneticilik ve koordinatörlük yaptıktan sonra tekrar akademiye döndüm. Duygusal zekanın ve empatinin, çatışma çözme becerileri üzerinde etkilerini araştırdığım tez ile Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimlerinde yüksek lisansımı tamamladım. Bu alandaki çalışmalarıma Boğaziçi Üniversitesi, Barış Eğitimi Araştırma ve Uygulama Merkezinin yönetim kurulu üyesi olarak devam etmekteyim. Ayrıca yüksek lisans ve doktora seviyesinde psikoloji ve antropoloji alanlarında eğitimlerimi tamamladıktan sonra yine Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimlerinde bir başka Doktora daha yaptım. Teknoparkların Üniversiteleri nasıl değiştirip, dönüştürdüğüne dair karşılaştırmalı bir çalışmayı içeren tezim sonrasında, yüksek öğrenimin nasıl inovasyonu, sosyo-ekonomik-kültürel-çevresel değişimi etkileyeceğini anladığım için bu alanda ihtisaslaşmaya karar verdim. Doktora sürecinde ve sonrasında Stanford Üniversitesinde Yalın İnovasyon ve Girişimcilik üzerine çalışmalarımı tamamladım. Hala d.school kapsamında çalışmalarıma devam etmekteyim. 2014 Şubat ayından beri de Yardımcı Doçent olarak İstanbul Üniversitesinde çalışmaktayım. Halihazırda İstanbul Üniversitesi, Teknoloji Transfer Merkezi Yönetim Kurulu üyesi, Fikri Sınai Mülki Haklar ve Lisanslama Direktörü ve Üniversite Sanayi İşbirliği Başkan Yardımcısı olarak pek çok projede görev almaktayım.

Doktora tezinde önemli bulduğunuz bulgularınız neler oldu? Özellikle karşılaştırmalı alanda neler tespit ettiniz?

Teknoparkların özellikle üniversiteleri nasıl değiştirdiğini ve dönüştürdüğünü ele aldığım bu tezde, teknoloji transferinin, patentlerin ve lisanslamaların olumlu ve olumsuz etkilerini irdeledim. Özellikle de kadınların teknoloji alanında yer alabilmesi için ortadan kaldırılması gereken eksiklikleri ve yetersizlikleri tespit ettim. Tez komitemdeki değerli hocalarımın destekleri sayesinde, Türkiye’deki Teknoloji Geliştirme Bölgelerinde yer alan teknoparklar ve hatta bağlantıda olduğu üniversiteler ile özellikle Silikon Vadisi başta olmak üzere diğer ülkelerdeki belli bir konuda ihtisaslaşmış kümelenmeleri, teknoparkları ve bağlantıda oldukları üniversiteleri karşılaştırmalı olarak inceledim. İyi örneklerden yola çıkarak, vakalar üzerinden üniversite ve teknoparkların başarılı ve başarısız olma kriterlerinin neler olduğunu tespit ettim. Hangi tarzda Teknoloji Transfer ve Lisanslama Ofislerinin etkin olduklarını espit ettim. Temel Bilimlerin aslında ne kadar önemli olduğunu ve daha da çok öneminin artacağını, Fen-Teknoloji-Mühendislik-Matematik (Science Technology Engineering Math-STEM) alanlarının nasıl daha stratejik olarak desteklenmesi gerektiğini anladım. Sosyal Bilimlerini diğer adı ile Toplum ve İnsan Bilimlerini inovasyon odaklı sistemin dışında tutan ya da önemsizleştiren üniversitelerin nasıl da başarısız olduklarını farkettim. Önümüzdeki yıllarda üniversitelerin çok daha önemli rolleri olacağı kesin. İnovasyon odaklı ekonomik büyüme için uğraşılan bir dönemde, sosyal inovasyon ve kadının bilimde, teknolojide, matematikte, mühendislikteki rolünü destekleyenlerin üniversite ve kurumlar ile başarılı olacakları netlik kazandı.

Karşılaştırmalı olduğu kadar etnografik anlamda alan çalışması yaptığım için teknoparkların üniversiteleri nasıl dönüştürdüğünü, nasıl üniversite sanayi iş birliğinin merkezi olmakta olduğunu içerden görme ve şahit olma şansını yakaladım. Tez sürecinde özellikle Türkiye’deki teknoparkları değil, Stanford ve MIT’deki değişim ve dönüşümü de irdelemek amacımdı. Özellikle Silikon Vadisi’ndeki dönüşümü… Boğaziçi’ndeki bu tezin araştırma dönemi, Türkiye’nin o dönemdeki teknoparkların desteklenme dönemi ile denk geldiği için bu alanda yapılan müthiş değişimi, sıçramaları ve sancıları görme ve izleme şansını yakaladım. Ayrıca çok tecrübeli olan Amerikan kurumlarını da inceleme fırsatı verdiği için nelerin etkili olabileceği konusunda stratejik model ve planlama yapılması gerektiğinin yol haritasını verdi. Dolayısıyla Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bu doktora tezi teknoloji transferini ve lisanslamanın tam anlamda nasıl gerçekleştirildiğinin veya nasıl başarısız olunduğunun adımlarını belirledi.

Kısaca şunları söyleyebilirim: Türkiye’de Boğazıçi, ODTÜ, İTÜ, İstanbul Üniversitesi, Sabancı, Ege Üniversitesi gibi öyle üniversite ve onların devrede olduğu öyle teknoparklar var ki eğer iyi bir strateji belirlenirse aynı Silikon Vadisi’ndeki gibi değişim- dönüşümü toplumsal anlamda derinlemesine sağlanabilir. Bu potansiyeli hareket ettirmede Türkiye’deki en önemli sorun bizim sistemimizin olmaması. Bizim her şeye sahip olmamız ama bunu değiştirecek olan teknoloji transferi ile üniversiteleri değiştirip toplumun gerçek ihtiyaçlarını sağlayabilecek istikrarlı sistemimizin olmaması… İkincisi ise istihdam sorunu. Çok kaliteli akademisyenlerimiz, öğrencilerimiz ve işadamlarımız var; ama yine sistemden gelen sorunlar nedeniyle ortak çalışma alanları yok. Bu anlamda kaliteli istihdamın yetiştirilmesi için uzun nefesli bir stratejik ve sürdürülebilir sisteme ihtiyaç var. Üçüncü olarak ise hesap veren ve şeffaf finansal desteğe ihtiyaç var. Amerika’daki üniversitelerin avantajı devlet desteklerinin yanı sıra özel sektör ve yerel hükümetlerin desteklerinden yararlanmaları. Türkiye’de de özellikle 2010’dan sonra TÜBİTAK teknoloji transferini çok zekice birebir desteklemeye başladı. TÜBİTAK’ın bu desteğini son üç yıl içinde hak eden yaklaşık otuza yakın üniversite yer almakta.

Ayrıca benim üzerinde durduğum bir diğer konu ise kadınların inovasyon anlamında daha da etkin olmaları. Özellikle Amerika’da kadınlar bu inovasyon ve teknoloji odaklı çalışmalarda çok daha önemli roller oynarken, Türkiye’de de bunun özellikle yönetici olmaları anlamında önem verilmesi gerekiyor. Çünkü kadın duygusal zekâ anlamında yaratıcılığa çok katkıda bulunabiliyor. Amerika’ya bakıldığında empatik yaklaşım anlamında ihtiyaçları ortaya koyanların daha çok kadınlar olduğu anlaşılmakta. Özellikle ters mühendislik sisteminde kadınlar çok daha önde ve başarılı oluyorlar. Türkiye’nin farklı bakış açılarından, farklı düşünce yapılarından gelen insan profiline de ihtiyacı var. Amerika’da kadın yapılanması üzerinden bu sağlanıyor. Türkiye’de de böyle olması lazım.

Ters mühendislik kavramından bahsettiniz. Bunu biraz daha açabilir misiniz?

İnovasyon çalışmalarının en önemli noktası genelde şu: Geliştirilen teknoloji üç ayda eskiyebiliyor. O yüzden en önemli boyut, artık burada sanayiye değil bizzat onu tüketen kitleye yaklaşılması. Araştırma metodolojileri değişti. Nitel araştırmalar tercih ediliyor. Bizzat bulunan alandaki ihtiyaca yönelik çalışmalar gerçekleştiriliyor. Orada bizzat zaman geçiriyorsunuz, o zamanı geçirdikten sonra oradaki ihtiyacı hemen görüyorsunuz. Ve tersten, ihtiyacı bizzat kullanan insanın üzerinden inovasyonu geliştiriyorsunuz. Halbuki laboratuvarda yapılan çalışmalar uzun zaman gerektiriyor. Bu anlamıyla da ihtiyacı karşılayamıyor. Örnek vereyim: İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Stanford Üniversitesi’nin uyguladığı metedolojiyle ters mühendislik yaptık. Tüketici olan, birinci derecede bunun kullanıcısı olan hastaların yanında zaman geçirmeye başladık. Bu üniversite bir yılda 2.5 milyon hastaya bakıyor. Gidip bunu kendi laboratuvarlarımızda değil, hastanın yatağındaki ihtiyaçları ele aldık. İhtiyaca yönelik yeni ürün gerçekleştirdik. Lisansını alıp kullanmaya başladık. Bir ameliyat bıçağını örnek olarak gösterebilirim. Cerrahlarla görüştüğümüz zaman en büyük sıkıntıları ciddi ameliyatlarda çok zaman kaybetmeleriydi. Günde yedi sekiz hasta bekliyor; ama süreleri kısıtlı olduğu için ameliyat edemiyorlardı. Onların kullandıkları aletlerin farklı olması gerekiyor ki onlar o kısa süreç içerisinde süre artırabilsinler. Kaliteli, özel aletlere, bıçaklara ihtiyaçları vardı. Biz doktorlarla beraber hastanede üç ay zaman geçirdik. Ortaklaşa özel bir ameliyat aleti dizayn ettik. Bunun 3d’sini yazıcılarla aldık, tasarımsal anlamda prototipini icat ettik. Lisanslamaya geçildi, izinleri alındı ve hastalarda kullanılmaya başlandı. Amerika’da Çevrimsel Araştırma (Translational Research) inanılmaz yoğun kullanılıyor. Bu da şunu ifade ediyor: Hastanın yatağından laboratuvara, laboratuvardan da hastanın yatağına daha iyisi ile hizmet. Köklü değişiklik özellikle ihtiyacın olduğu hasta yarağı veya ameliyat masasında ihtiyacın belirlenmesi ve geliştirilmesi. Bir başka deyişle tersten yola çıkmak gerekiyor. Normalde laboratuvarda bir şey geliştirir, onu yerinde uygularsınız. Burada durum tersinden, alanda katılımcı gözlem yolu ve empati ile ihtiyaçları hem hasta, hem doktor, hem hemşire, hem hastabakıcı hatta hasta yakını dinleyerek, anlayarak eksiklikleri belirlemek üzerinden yapılıyor olması.

Bu şekilde büyük bir hız kazanmak amaçlanıyor öyle değil mi?

Evet, aynen öyle. Bu, Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesinde Translational Research Center başta olmak üzere d.school’un hocalarının ve IDEO firmasının uyguladığı bir metodoloji. Doktora tezi üzerine yaptığım çalışmalar sırasında gördüğüm bir yaklaşım. İstanbul Üniversitesi’nde biz bu yöntemi 2014 yılının son 6 aylık bir süresinde bir pilot çalışma olarak başlattık. 2104 yılında tüm üniversiteler arasında Türkiye Patent Enstitüsüne (TPE) patent başvurusu yapan birinci üniversite olduk. Türkiye genelinde diğer tüm özel ve kamu kurumları arasında ise dokuzuncuyuz. 2015’in ilk 6 aylık sürecinde ise birinciliğimiz devam ettiği gibi sekizinciliğe çıktık. 1 yıllık bir sürede direk ihtiyaca yönelik patentler oluşturulduğu içinde lisanslama süreçleri kısalıp, izinleri alınıp, bizzat kullanıcısı tarafından geliştirildiği için kullanılmaya başlayan ürünler yer almakta.

Empati dediniz. Bu, bizim gündelik hayatımızda da ihtiyacımız olan bir kavram aslında. Bir araştırmacının empati kurmasını biraz tarif edebilir misiniz?

Empati başka bir insanı anlamak üzerine kullanılıyor. Bu benim buradaki tezimde de incelediğim bir alandı. Birinci aşaması, başkalarını anlamak: ikinci aşaması, insanlar gerçek anlamda kötü durumdalarsa onları yaşanır duruma getirebilmek: empatinin üçüncü aşaması ise, onların bulundukları ortamdan daha iyi yaşam koşullarına ulaştırmak. Diyelim ki yolda susuz bir kedi gördünüz. Kedinin susuz olduğunu anlamanız birinci aşama: ona su vermeniz ve susuzluğunu gidermeniz ikinci aşamadır. Ama asıl empati, onu bir daha o duruma düşürmemek için bir sürekli gelişime açık sürdürebilir sistem kurabilmektir. Aslında araştırmacıların en önemli çalışması empatinin üçüncü aşamasında durmak. Bizim üzerinde durduğumuz endüstriyel inovasyondan ziyade sosyal inovasyon. Bu anlamda daha bir farkındalık yaratmak. Daha iyi bir gelişime, inovasyona açık sürdürebilir bir sistemin kurulması için kaliteli nitel, etnografik ve katılımcı gözlemin olduğu araştırmalar öne çıkıyor. Nicel araştırmalar daha çok yukarıdan bir bakış olarak değerlendiriliyor. Halbuki nicel araştırmalar içerden derin bir görüş sağladığı (inside-insight) için ihtiyaçların daha iyi görülmesi ve değerlendirilmesini sağlıyor. Siz oranın bizzat kullanıcısı ve katılımcısı oluyorsunuz. Bu anlamda antropolojik çalışmalar ve söylem analizleri çok ciddi olarak öne çıkmaya başladı. Antropolojik ve etnografik çalışmalarla sadece o ihtiyacı görmek anlamında değil, bilginiz dâhilinde uzmanlık alanınıza göre onu sistemleştirebilecek bir vizyon ve strateji de belirlemenizi sağlamakta. Bu ihtiyaçtan dolayı araştırmalarda da son zamanlarda büyük bir değişim var. Thomson Reuters’in çalışmaları bunu destekliyor.

2010 yılından sonra makale sayıları ve araştırmalar düşerken uygulanabilir, lisanslanabilir patentler artıyor. Bunun sebebi şu: Siz içine girdikçe bizzat müdahale edebiliyorsunuz ve böylece yaptığınız proje bizzat kullanılabilir oluyor. Kullanılır oluyor olması da bu anlamda metodolojik farklılıktan doğuyor. Bu nedenden dolayı empatinin üçüncü boyutu çok önemli. Bunu en iyi yapan okullar, üniversiteler, kurumlar, şirketler en iyi konuma çıkıyor. En önemli özelliği de HIZ ve YALINLIK. Problemi görüyorsunuz hemen buna bir ay içinde müdahale edebiliyorsunuz. Hele de şu anda 3d yazıcılar bize çok imkân veriyor. Hataları görüp hemen yenisini yeniden tasarlama şansımız bulunuyor.

Biraz da patentlemeden bahseder misiniz?

En önemli noktalardan biri bütün dünyada büyük bir akımın olması. Patent sayılarında; ilk olarak bilişim teknolojileri sektöründe, ikinci olarak ise sağlık sektöründe müthiş bir sıçrama var. En önemli noktalardan biri yeni inovatif ürünlerin ortaya çıkması ve bunu yapanların haklarının korunması. İlaç sektöründe bu anlamda çok iyi örnekler mevcut. Eskiden hiç gündem maddesi olmayan yazılımlar için de Amerika’da çok yoğun çalışmalar var. Burada maksadımız şu: Birincisi bu üretilen ürünün gerçek anlamda hizmete dönüşmesinde fikri mülkiyet hakkının alınması ve bu yapılırken de düzgün şekilde bir testten geçirilip kullanıcının bizzat değerlendirebileceği şekilde lisanslanabilecek patentleri üretmek. Bu yüzden biz patent ismini değil de lisanslanabilir patent ismini kullanıyoruz.

PATENTELERİN İNOVASYON ANLAMINDA DEĞERLEMESİ ASİL ÖNEMLİ OLAN.

İhtiyaca yönelik kısmını inovasyon anlamında değerlendirilip bunu bulan kişinin fikri haklarının korunarak belirli düzeyde tanınmasını sağlıyoruz. Bugün akademisyenler patentleri vasıtasıyla çok hızlı bir şekilde, isimlerinin daha yetkin olmalarını sağlarken aynı zamanda üniversite sanayi işbirliği konusunda da yakınlaşmaya destek veriyorlar. Üniversite sanayi işbirliğini sadece kapitalist anlamda sadece iş dünyasına kazanç olarak değerlendirmemek gerekiyor. Buradaki en önemli kazanç şu: Özellikle sağlık sektöründe birçok yaşamı kurtaracak olan çalışmanın korunmasının sağlanması. Bu öyle bir plartform ki, siz Türkiye’deki bir üniversitedesiniz, patentiniz vasıtasıyla o plartformda yer alıyorsunuz ve siz belli bir şekilde başka bir üniversiteyle işbirliğine girebiliyorsunuz. Bu şekilde patentinizi birlikte geliştirebiliyorsunuz, iyileştirme yapabiliyorsunuz. Patent aslında bir markalaşma, bilinirlik sürecinin ötesinde pek çok insana dokunmak ve daha iyi hizmet etmek. Bunun bireysel anlamda yürümesinden çok üniversitenin şapkası altında yürümesi çok daha iyi. Hem üniversitenizin bilinirliği artıyor, sıralamadaki yeri değişiyor hem akademisyenler daha iyi araştırma plartformları bulabiliyor. İki tane, üç tane patenti olan akademisyenlerimiz Harvard Üniversitesi gibi alanının öne gelen üniversiteleriyle çalışabiliyorlar. Bu durum hocaların da çalışma alanlarını geliştirdiği gibi gerçekleştirilen işbirlikleri ile yeni alanlarda insan odaklı inovasyonun gerçekleşmesi mümkün oluyor.

Patentin lisanslanması, isimlendirilip bilinmesi açık inovasyon ağında yer almasını da sağlıyor. Şu anda patentleme büyüyen bir trend olarak karşımıza çıkmakta. Ama bunun stratejik olarak tersine yapan Tesla gibi firmalarda var. Patent kullanımlarını bedelsiz açarak açık inovasyon ile büyüme modelini hızlandırıyorlar. Açık inovasyon ile patentlerinizi açtığınız zaman, Tesla gibi bir araba firmasının kullandığı inovasyonun açık ara gerçek anlamda başka firmalar tarafından da kullanılmasına, geliştirilmesine, derinleşmesine ve daha çabuk anlamda bu inovasyonun insan odaklı kullanılmasına sebebiyet vermiş oluyorsunuz.

Teknoparklar ve patent konusunda eklemek istedikleriniz var mı?

Akademi şu anda gerçek anlamda işin kalbi pozisyonunda. Tüm dünyada, araştırma üniversiteleri bu noktaya doğru gidiyor. Çok önemli gelişmeler var ve olacak da. Bunlardan bir tanesi hızla kümelenmelerin artması ve bu kümelerin sağlık ve IT gibi alanlarda tematik kümeler olması. Bu çok önemli. Silikon Vadisi nasıl özellikle sağlık ve IT alanında ihtisaslaşıyorsa, Türkiye’de de Boğaziçi Üniversitesi’nin kurmakta olduğu Finans Teknoparkı ve İstanbul Üniversitesi de Sağlık alanında kümelenme dikkat çekici. Aynı alanda çalışan kurum, kuruluş, akademisyen, araştırmacı, hatta öğrenci ve paydaşları bir araya getiriyor. Ortak bir platform oluşturuyor. Ortak alanda çalışan farklı becerilere sahip insanlar ve kurumlar bir araya gelip, ortak daha hızlandırılmış inovasyon içeren ürün ve daha kaliteli hizmetler geliştiriyor olabilmesi. Ayrıca farklı üniversiteler ihtisaslaştıkları alanları bir araya getirerek sinerji oluşturdukları ortak projelere imza atabiliyorlar.

Bu sayede network arttığı gibi, bir araya gelmelerin etkisiyle kaynaşma ve hızlandırılmış sistemler de kurmak mümkün oluyor. Bu benim için heyecan veren bir durum. Silikon Vadisi’nde nasıl oluyorsa bu Türkiye’de de olabiliyor. Nasıl Harvard ve MIT ortak bir işbirliğine giriyorsa İstanbul Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi de bir araya gelebiliyor. Eğer daha sistemli ve uzun vadeli bir strateji oluşturulursa bu finansal anlamda da güç sağlayabilir. Bugün biz yedi üniversite (Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, İTÜ, YTÜ, Koç, Marmara ve Sabancı Üniversitesi) olarak İstanbul Sanayi Odasının öncülüğünde endüstri ile de daha iyi ilişkilerin geliştirilip ihtiyaçların anlaşılması için bir platform kurma aşamasındayız. Amaç teknoloji transferini, “make together” prensipleri çerçevesinde ortak işbirlikleri yaparak teknoloji odaklı inovasyonu gerçekleştirmek. Bu anlamda İstanbul ve çevresini inovasyon anlamında önemli bir bölgeye dönüştürmek.

Şimdi size dönersek, çok farklı alanlarda faaliyetler gösteriyorsunuz. Teknoparklar üzerine çalıştınız, farklı alanlarda master ve doktora yaptınız. Bu farklı disiplinleri ortaklaştırabiliyor musunuz? Bambaşka gözüken konular bir noktada aynı yerlere çıkabiliyorlar mı?

Yasamda karşılaştığınız olaylar ve insanlar yaşamınızı etkiliyor. Trafik kazası geçirmem sonrası psikoloji ve eğitim alanında çalışmalar yapmaya başladım. Aslında karşılaşılan sorunları iyi okumak gerekiyor. Benim en önemli kazancım, sadece iş dünyasının getirdiği tecrübe dışında antropoloji, işletme, uluslararası ilişkiler, psikoloji ve eğitim alanlarındaki farklı perspektiflerden kritik bakma becerisini kazanmam oldu. Bu multi-disipliner olmanın ötesinde trans-disipliner olma imkanı verdiği için nasıl sistemleri değiştirip dönüştürebiliceginizi öğretiyor.

Bunda Boğaziçi Üniversitesinin de farkı var. Çünkü çok ciddi çalışma disiplin sağlıyor. İkincisi ki bence en önemlisi; Boğaziçi Üniversitesinin müthiş bir network sağlamnasi. Özellikle de hoca öğrenci ilişkisinin sürekliliği. Örneğin, ben hiçbir zaman barış eğitimi ve duygusal zeka üzerine çalışmayı düşünmezken Nur Mardin ve Fatoş Erkman sayesinde barış eğitimi üzerine de çalışmaya başladım. Ayrıca Özlem Ünlühisarcıklı doktora tezim konusunda inanılmaz destekleri. Aslında bu anlamda değişim dönüşüm Boğaziçi Üniversitesi’nin yaratmış olduğu “make space” diye anlamlandırdığımız ortam. Bizim en önemli özelliğimiz Boğaziçili olmanın getirmiş olduğu kaynaşmış bir networkün olması. Bence en önemli Boğaziçi fark bu.

Boğaziçi’nden dört diploması olan birisiyim; lisans, master, doktora alanında değerlendirildiğinde. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki el verme olayının farklı olduğunu düşünüyorum. Yakınlık ve bulunduğumuz ortam, sağlanan olanaklar Boğaziçi’nde çok önemli. Dünyada var olan sistemleri iyi okuyabiliyoruz. Bize verilen kritik düşünme anlamında iyi okur yazarlığımız var, dünyadaki olayları iyi takip edebiliyoruz. Bu anlamda Fatma Gök’ün networkü sayesinde dünya çapında en iyi hocalardan ders ve seminerler aldık. Nicel araştırmalarda hala Yılmaz Esmer’in anlattıkları tüm canlılığı ile aklımda. Toplumsal alanda dünyanın nereye gidebileceğini görebilmek önemli. Şu anda Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi’nden birçok şeyi takip edebiliyorum, birçok kaynağı oradan daha iyi değerlendirebiliyorum. On yıl, yirmi yıl, elli yıl sonrası olabilecek trendleri belirleyip bunu yapılandırınca eksikliklerini ona göre değerlendiriyorsun. Bu o kadar fayda sağladı ki bunu sistemleştirmeye karar verdim.

Stratejik Yetenek Yönetimi olarak biline lisanslanmış bir hizmeti binlerce gence uygulamaktayız. Geçerliliğini, güvenirliliğini ve yayını da yaparak bunu benim gibi birçok kişi ve gencin yararlanmasını sağlamaktayız. Okulumun çok etkin bir mentorluk kültürü var, ben de bu kültürden faydalandım. Şimdi ise gönüllü olarak faydalandırma zamanı.

Read More

Bilgiye erişim hızımız bundan 20 yıl öncesine göre olağanüstü bir şekilde arttı. Millenial kuşağı gençleri doğdukları andan itibaren bilgiyle ve ekranlarla kuşatılmış durumda. Bundan 10 sene önce her evde ortalama 3 ya da 4 farklı ekrandan söz ederken, bugün evde yaşayan her bir birey en az 3 yada 4 ekrana sahip. Üstelik bilginin bu ekranlar arasında akışkan bir şekilde ‘tüketilebilmesi’ bir ekranda okunmaya başlanan bir makalenin ya da izlenmeye başlanan bir videonun devamına diğer bir ekrandan ulaşılabilmesine olanak tanıyor. Sorun biraz da bu ‘tüketim’ tarzında ve hızında aslında. Sahip olduğumuz becerileri, zamanı ve de cihazları ‘tüketmek’ için harcıyor olmak pek çok kişi tarafından son derece normal karşılanıyor. Yükselen yeni sosyal mecralar ve çok satan mobil cihazlar da üretimden ziyade tüketimi destekliyor, besliyor.

Eğitim’e Bakış Açımız

Bununla birlikte toplumumuzun eğitime bakış açısı da meslek ve iş odaklı. Bir lise öğrencisi için istenen şeyler sırasıyla derslerinde başarılı olması, üniversite sınavlarından mümkün olduğunca yüksek bir puan alması, iyi bir üniversitenin iyi bir bölümüne girerek iyi bir ‘meslek’ sahibi olması ve ardından iyi bir ‘işe’ girmesi. Ancak bir müfredatı ‘tüketerek’ izlenebilecek bu yol da gençlerin 10 yıllar boyunca tek boyutlu bir düşünce sistemine hapsolmalarına neden oluyor. Oysa üretmek, bilgi edinmenin en dolaysız ve doğrudan yolu. Bir şeyi yaparken elde edilen deneyim birinci derece bilgi kaynağı değerinde.

Dünyada Durum

Bu noktada, dünyadan en dikkat çekici 2 yaklaşım ABD ve İngiltere’den. Geçtiğimiz sene İngiltere’de BBC ortaokul öğrencilerine 1 milyon adet programlanabilir mini bilgisayar dağıttı. Bu bilgisayarlarda daha gelişmiş projeler üretmek isteyen öğrenciler isterlerse ‘BBC Micro’ adlı mini bilgisayarlarını Ardunio ya da Rasperry Pi cihazlarla birlikte de çalıştırabiliyorlar.

Amerika Birleşik Devletleri’nde ise eğitim bakanlığına bağlı STEM (Science Technolgy Engineering Math) Komitesi STEM derslerini okul öncesinden 12. sınıfa kadar yaygınlaştırmak, gençlerin ve kamuoyunun STEM farkındalığını arttırmak, üniversite öğrencilerini STEM konusunda deneyimli bir hale getirmek ve dezavantajlı sosyo-ekonomik grupların STEM alanında daha iyi bir eğitim alabilmesi için 5 yıllık bir strateji planı uygulamaya koymuş durumda.

Maker Hareketi

İşte temelinde rekabet yerine paylaşım, para yerine yetenek ve ezber yerine deneyim olan ‘Maker’ hareketi tam olarak bir ‘üreterek öğrenme’ modelini temsil ediyor. Maker hareketinin temelinde yer alan ‘Do It Together’ (Birlikte Yap) anlayışı sayesinde Maker’lar tek başlarına belki de asla sahip olamayacakları kadar bilgiye ve yeteneğe ‘ucu ucuna öğrenme’ modeli ile sahip olmakta. Geliştirme ve üretme süreçleri açık olan projeler sayesinde de deneyim ve bilgi aktarımı kolay ve şeffaf bir biçimde gerçekleşmekte. Kolayca -ve gerektiği kadar- öğrenilebilecek programlama dilleri, fiyatları son derece ucuzlamış devreler ve programlanabilir mini bilgisayarlar ve tabii ki erişimi kolaylaşan 3 boyutlu yazıcılar sayesinde bir Maker’ın aklındaki fikrin prototip ürününü üretmesi artık son derece kolay.

İhtiyaç ve İnovasyon

Yapılacak tasarımların ve üretilecek ürünlerin bir ihtiyacı karşılaması inovasyon için olmazsa olmaz. Bu açıdan Maker hareketinin de temel yaklaşımının ‘Ürüne göre ihtiyaç değil ihtiyaca göre ürün’ olduğunu söyleyebiliriz. Maker olmak bir açıdan istediği herhangi bir şeyi üretmek, ne olduğu önemli olmaksızın fiziksel çıktısı olan herhangi bir üretimde bulunmak demek. Ancak işin içine inovasyonu da aldığımızda bir Maker’ın gerek kendi ihtiyaçlarına, gerek çevresinde gördüğü ve dikkatini çeken ihtiyaçlara, gerekse de daha yaygın anlamda toplumun ve dünyanın ihtiyaçlarına yönelik çözümler üretmesi gerekiyor. Bu çözüm kendi evcil hayvanına yönelik (kişisel), olabileceği gibi mültecilerin aileleriyle iletişim kurabilmelerini sağlayacak bir sistem de (toplumsal) olabilir.

“Atma, dönüştür. Onar, yeniden kullan” sloganıyla her ayın ilk pazar günü Kadıköy’de gerçekleştirilen ve gönüllülerin bozulan eşyalarınızı tamir ettiği ‘Repair Cafe’ etkinliği ve adlarını kafaları kırılmış yol babalarına 3 boyutlu yazıcılar ile ürettikleri Star Wars karakterlerinin kafalarını takarak duyuran ‘Onaranlar Kulübü’ ise çevrelerindeki ihtiyaçlara yönelik çözümler üretmeye -ve sosyal inovasyona- 2 güzel örnek.

Crowfunding ve Crowsourcing

Fikrini hayata geçirip prototipini üreten ve yaygın üretime geçmek isteyen Maker’ların kafalarındaki en büyük bilinmezler ise her zaman yatırım, yatırımcı ve finansman. Fikir / ürün sahipleriyle yatırımcıların bir araya gelmesi her ne kadar eskisine göre çok daha kolay olsa da bu süreçler Maker’lar için kimi zaman zorlayıcı olabiliyor. Burada da Maker’ların imdadına ‘Crowfounding’ (Kitlesel Fonlama) ve ‘Crowsourcing’ (Kitlesel İmece) sistemleri yetişiyor.

Maker’ların prototip ürünleriyle Kickstarter ya da Indiegogo gibi siteler üzerinden tüm dünyadan fon toplamaları artık son derece kolay. Ancak elbette bu siteler üzerinden fon toplamaya çalışan her ürün ya da proje amacına ulaşamıyor. Yüzlerce başka fikir arasından sıyrılabilmek ve hedeflenen fona ulaşabilmek için inovasyon ve sürdürülebilirlik olmazsa olmaz.

Patentlerin Yeri

Maker’ların fikirlerinin ve ürünlerinin haksız rekabetten korunabilmesi ve Maker’lar ile sanayinin işbirliğinin doğru ve adil bir şekilde geliştirilebilmesi için ise patentler son derece önemli. Burada elbette değer yaratan, lisanslanabilir ve bir AR-GE sürecinin çıktısı olan patentlerden bahsediyoruz. Genç Maker’ların, ürünlerinin testten geçirilerek fikri mülkiyet haklarının alınması ve lisanslanması konularında profesyonel desteğe ihtiyaçları var. Lisanslanmış patentleri sayesinde Maker’lar ulusal ve uluslar arası çapta yatırım alabilme, iş birlikleri geliştirebilme ve ortaklıklar kurabilme imkanlarına kavuştukları gibi yeni fikirler ve ürünler üzerine düşünmeye, araştırma ve geliştirmeye, üretmeye de devam edebiliyorlar.

Read More